Merhaba,
İlk büyük harfi yaz
sonrası gelir diye kendimi avuttum. İş kendini anlatmaya gelince ayaklarının
ucuna basa basa kapıya doğru gidesin geliyor. İnsan, en çok bildiği konuda susuyor.
Az da hoşuna gitmiyor, çok da içine sinmiyor. Son yıllardan başlayıp, yıl yıl
geriye doğru gitmek de bana duygu yaşatmıyor. Neyse.
Bilinenler kolay.
1974 doğumluyum. Güzel bir çocukluk geçirdim. Sapsarı ve keçi kulak modelli
saçlarım vardı. Annem öyle sıkı toplardı ki saçlarımı, ortaokula kadar gözlerimi
tam açamadım. Çok poz verdim. Herkesi yendim. Ağaçlara çıktım. Meyveleri
kopardım. Kirlenmiş suratla eve döndüm. Kat kat elbiselerim oldu. Renkleri fazlaydı.
Bayramlarda harçlık aldım ve gazozları bir dikişte bitirdim. Hafta sonları
büyük annelere gittim, hiç eğlenmediğimiz kadar eğlendim. Pazar günleri
yıkandım. Halının üstünde uyuyakaldım. Doğum günlerinde bir masanın arkasına
geçip bir sürü çocukla poz verdim. Pastam evde yapıldığı için kreması pürüzsüz
olmadı. Leblebi tozu yuttum. Çiçekleri bahçelerden topladım. Hiç yemek
seçmedim. Misafirlikte uslu uslu oturdum. Ama ne zaman kalkma zamanı gelse,
uyuyor numarası yapıp babamın kucağında kendimi buldum. 1 yıl bale yaptım 7
yaşındayken. Sonraki yıllarda Kuğu Gölü benden soruldu. Sandım ki konservatuar
bitti. O kadar önemsedim yani o 1 seneyi.
Sonra büyüdüm. Bir
okul kazan dediler, Ankara Üniversitesi, Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ne
gittim. Dilbilim okudum. Semantik dediler anlattım. Okulumu sevdim. Kızılay’a dolmuşla
geldim, Sıhhıye’ye her gün yürüdüm. Yürürken arkamdakileri dinleme alışkanlığım
o yıllardan kalma. Arkamdan yürüyenleri dinledim. Çok değişik hikayeler edindim.
Sonra bu huyumu yan masadakileri dinleme olarak geliştirdim. Ama asla belli
etmedim. Ya telefonla oynadım, ya da bir şey okuyormuş gibi yaptım. Duygu
gözlemcisi dedi yıllar sonra bir arkadaşım bana. Bilmesini isterse kaşımdaki,
bildiğimi belli ettim. Bilmemi istemeyeceğini düşündüğüme şapşal oldum. İlk
defa duydum. İlk defa gördüm. İlk defa konuştum. Okulu 4 yılda bitirdim. Sonra
İstanbul’a taşındım. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde Davranış
Bilimleri yüksek lisansı yaptım. Dinlediğim o kadınları, adamları teorik olarak
adlandırdım.
Yaklaşık 15 yıl
kurumsal hayatta çalıştım. Yine insanları dinledim. Çalışanları dinledim.
Yöneticileri dinledim. Kendimi dinledim. Çok birikti, yeter dedim. Kendimi, kızım
doğduktan 2 yıl sonra azat ettim. Kızımın ilk yürümesini göremedim, annem
telefonda söyledi. Sanırım ilk dişini de. Zaten kızım da ilk anne demedi. Önce
anneanne, sonra karga dedi. Kızım bir tane anneyi at. Yok yine anneanne dedi.
Ateşlenmiş bir gün. Bana ulaşamamışlar. Kaptığı gibi babam hemen doktoruna
götürmüş. Çok sonra öğrendim. Kızımın uyku zamanlarında gördüm daha çok onu.
İlk defa onunla bir gün geçirdiğimde bir türlü akşam olmadı. Hem de üstelik
kıştı. Kızıma her gün şaşırıyorum. Nasılsa ileride süslü püslü olur başa
çıkamam diye, hep şort, pantolon giydirdim. Şimdi elbise giysen ne yakışır sana
diye kendimden kaçıyorum. Sade bir çocuk. Süslü püslü olmadı. 4 yıldır bale
yapıyor. Meraklı sanatsal konulara. Zamanın bilincinde. Gitar çalacağı yaşı
bekliyor. Arkeolog olmak istiyor. Nerede taş, heykel görse gidiyor. Babasına
benziyor.
40 yaşından sonra sevdim mor rengi. Fotoğraf çekmeyi
çok sevdim. Kızım her an yüzünde bir tebessümle dolaştı bu yüzden. Yeğenim bana
yürüyen fotoğraf makinesi dedi. Yılmadım. Konuyla ilgili temel ve profesyonel
kurslar aldım ve ait olmak istediğim atölyeleri tamamladım. Bir müddet çocuk,
aile, doğum fotoğrafçılığı yaptım. Bir çocuğun dünyaya gelişini seyrettim. Onun
hayatına güzel anlamlar yükledim. Babaların, annelerin ve büyükanne ile
dedelerin yüzlerine baktım. Bütün gizli hikayelerdeki sıfatları bulmaya
çalıştım. Ama sonra kendi hikayemdeki tümlece sarıldım. Babamı kaybettim. Ağaçlardaki
bütün yapraklar yere düştü. Düşsüz kaldım. Gazoz şişelerinin sesini duydum.
Fırından çıkmış sımsıcak ekmeğin kokusunu, yeni yüzme öğrenirken çırptığım
ayakları, dut ağacının altına serdiğimiz örtüyü düşündüm. İşaret parmağını
tutarak yürüdüğüm o koca adamı bir gün bile aklımdan çıkarmadım.
Dijital bir dergide
anne ve çocuk üzerine yazılar yazdım. Yazılarımı beğendiler. Yazılarımı
beğenenleri, ben daha çok beğendim. Nefes almak gibiydi yazmak. Kendi kendime
sürekli konuşur oldum. Bazen sokakta rezil oldum. Rezil olmayı da sevdim. Kulaklık
taşımaya başladım. Hala teknolojiden yoksun bir insanım. Bir kayıt cihazım bile
yok. Bütün güzel şeyler de aklıma hep kaldırım çizgilerine basarken geliyor.
Çocuk
organizasyonlarına yönelik işler yaptım. Her çocuk güldüğünde biz daha çok
mutlu olduk. Her çocukta başka deneyim kazandık. Her çocuk başkadır diye diye
dilimizde tüy bitti.
Kendimi bildiğimden
beri yazarım. Kurgularım. Notlar alırım. Hikayeleştiririm. Degaje duygular
yaşarım. Degaje sözünü çok severim. Hepsini hissetmek isterim. Hep mutlu
olamam. Mutsuz anları da takip ederim. İçine girerim. Hatta bir müddet orada
kalırım. Bütün seslerimde bir hüzün, bütün seslerimde bir sevinç, bütün
hikayelerimde bir ders vardır. Ama ben en çok kendimle dalga geçerim. Yaz dediler. Yazıyordum zaten. Artık herkes seni okusun dediler. Tamam dedim. Çok
biriktirdim. Çok eksiğim de var. Bir yola çıkalım. Duraklarda selamlaşırız.
Son 2 yıldır çocuk
hikayeleri yazıyorum. Hem de kahramanım kızım. Sanırım insanlarla kavuşmam ilk
bu hikayeler ile olacak, önce çocuklara sarılmak istedim. Sonrasını, sonra
söylerim. Okul öncesi çocuklar ve okumayı yeni öğrenen ilkokul 1’ler Peren ile
Dedesi Hikayeleri online kitap satış noktalarında ve kitapçılarda sizleri
bekliyor.
Şimdilik bu kadar. Her
ayrıntıya girersem otobiyografiye dönüşecek. Zaten her ayrıntı da çok ilgi
çekici değil. Belki bir gün onlar da ilginç hale gelirse, onları da yazarım.
Sevgilerimle
PINAR SUR
PINAR SUR
0 yorum:
Yorum Gönder